Bu yazıda bu konuyu biraz açmaya çalışacağım.
Ancak hareket noktamızı bir kere daha vurgulamama izin verin. İnsan ölümlü bir canlıdır ve en temel güdüsü hayatta kalmaktır. İnsanın temel fonksiyonları bu biyolojik canlıyı hayatta tutmaya ayarlanmıştır. Çözümlememizi de bu biyolojik canlının fonksiyonları üzerinden yaptığımızı ve değer yargısı sayılabilecek unsurları analize dahil etmediğimizi vurgulamalıyım. Burada yapmaya çalıştığım şey insanın adeta mekanik yapısı üzerine odaklanmaktır. Değer yargıları bu mekanik yapının üzerine giydirilmiş kalıplardır.
Tekrar açıklamaya dönecek olursak…
Biyolojik varlık olan insanın hayatta kalmak için ilk yapması gereken şey tehditleri saptamak için kuşkusuz çevresini tanımaktır. (Daha önce bu insanı tek başına vahşi bir doğa içinde olduğu varsayımını yaptığımızı hatırlayın lütfen). Bu amaçla insan, çevresindeki nesneleri ve canlıları tanımlamak, olayları da anlamak isteyecektir.
Kullandığımız dil bu iki alanla ilgili algımızı kavramlaştırır. Çevremizdeki nesneler ve canlıların bizimle ve birleriyle ilişiklerini nasıl algıladığımız dilin mekân kavramalarında ifadesini bulurken olaylarla ilgili algımız da zaman kavramlarıyla ifadelendirilmektedir.
Bu çerçevede, dildeki zaman ve mekan kavramlarının insanın dünyaya bakışını yansıttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Buradan hareketle Batı düşünce sisteminin büyük ölçüde Hint-Avrupa dil grubunun yapısından, Ortadoğu düşünce sisteminin de Sami dil grubunun dünyayı algılama biçiminden etkilendiğini söylemek mümkündür.
Sami dil grubu dünyayı eylem üzerinden okur. Dikkati eylem veya gözlenen şey üzerindedir. HintAvrupa dil grubunda ise dünya gözleyici üzerinden okunur. Kişi ve zaman öncelikli, gözlemlenen şey olsa ikinci plandadır.
Sami dilleri fiil çekimlerini ve dil bilgisel zaman kavramını oluştururken, olayın ne yaptığına ve eylemin niteliğine odaklanır. Zaman kavramları eylemin tamamlanmış olup olmamasına göre şekillenir ve fiiller tamamlanmış ve tamamlanmamış fiiller olarak ikiye ayrılır. Bu dil grubunda zaman kesin değildir. Aynı zaman formu geçmiş veya geçmiş olmayan birçok zaman dilimi anlamına gelebilir. Temel mesele eylem tamam mı değil mi meselesidir. Sami dillerinin fiil sistemi aspect (eylemsel görünüş) merkezlidir. Zamanı belirleyen şey eylemin bağlamıdır.
Hint-Avrupa dillerinde zaman ve öznenin kişi çekimi (kim olduğu) önemlidir. Fiil mutlaka geçmiş, şimdi veya gelecek gibi belirli bir zaman kalıbına oturtulur. Fiil, öznenin kişi ve sayısına göre şekil değiştirir. Bu dil grubunda belirleyici olan eylemin ne zaman gerçekleştiği, filin özneye göre aldığı şekildir. Eylemin tamamlanmış mı, devam eden mi olduğu ikinci plandadır. Bu durumları tanımlamak için yardımcı fiiller gerekir.
Bir örnek vermek gerekirse, Arapça’daki ketebe ( ت َ ك ب ) yazdı diye çevrilebilir ancak gerçek anlamı yazma eyleminin tamamlanmış olduğunu bildirmektir. Fiil zamanı belirtmez. Cümlenin bağlamına göre, yazdı (geçmiş), yazmış (yakın geçmiş), yazmıştı(daha eski geçmiş) anlamına gelebilir.
İngilizce’de He wrote (geçmiş), He has written (yakın geçmiş), he had written (daha eski geçmiş). İngilizcede her bir zaman için ayrı form kullanılırken, Arapça’da tek form (ketebe) kullanılır. Devam eden eyleme bir örnek olarak diyelim ki Arapça yektubu (بتكي) kelimesi yazma eyleminin tamamlanmamış olduğunu, sürüyor veya sürmeye uygun olduğunu gösterirken, bağlama göre yazıyor, yazacak, yazar anlamına gelir. İngilizce’de he is writing (şimdi), he will write (yazacak), he writes (yazar) ifadeleri kullanılır. Her bir ayrı zaman ayrı fiil formuyla ifade edilir. Arapça’da yine tek form varken İngilizce’de üç ayrı form mevcuttur.
Bu iki dil grubunda özne veya failin rolü de farklıdır. Arapça da fiilin çekiminde özne çok sınırlı etki yapar, genelde de sadece sona ek olarak ortaya çıkar. Ketebtu (ben yazdım), ketebte (sen yazdın), ketebe (o yazdı)’da olduğu gibi. Fiil kökü aynı anlam da aynıdır.
İngilizce de ise özne ve zaman fiilin formunu neredeyse tamamıyla belirler, I write, you write, he writes, we wrote, they will write da olduğu gibi. Çok sayıda ayrı form vardır.
Zamanın eylem çekimlerindeki fark iki dil grubunun dünyaya bakışını ve düşünce yapısını da anlatır. Sami dil grubunun düşünce yapısında dünya, olayların nitelikleri üzerinden kavranır (Dikkat, nicelikleri üzerinden değil.) Bir şey olmuş (tamamlanmış) ya da oluyor/olacak (tamamlanmamış) şeklinde tanımlanan ve gözlemlenen olgu, kendisine göre anlamlandırılır. Zaman doğrusal ve dışsal bir şey değildir. Olayın durumu temelinde ifade edilir.
Hint-Avrupa düşüncesinde ise dünya, zaman hatları ve kronoloji üzerinden kavranır. Eylem belirli bir zaman kalıbı içinde yer alır ve algı kişi-özne merkezlidir, olgular gözlemci odaklıdır ve gözlemciye göre anlam kazanır.
İki dil grubunun mekan kavramlaştırılması da birbirinden çok farklıdır. Sami dil grubunda mekan eylemle ilişkilendirilerek tanımlanırken Hint-Avrupa dil grubunda mekan bağımsız ontolojik bir varlıktır. Sami dil grubunda mekan bir yerden çok, bir eylemin gerçekleştiği bağlamdır.
Sami dilleri mekanı statik bir kütle değil, eyleme göre düzenlenmiş bir çevre olarak görür. Örneğin, mektep yazı yeri, mescid secde edilen yer, menzil konaklanılan yer anlamında mekan tanımlarıdır.
Hint-Avrupa dillerinde mekan nesne merkezli, hacimsel ve geometriktir. İngilizcedeki room, building, field, city, square, corner gibi mekan ifadeleri eylem dışı tanımlardır. Hint-Avrupa dilleri mekanı öznenesne ilişkisi üzerinden ve koordinat gibi, Kartezyen mantıkla kurar. Nesne, mekan ve doğrultu/yön birbirinden bağımsız olarak vardır ve cümle özne ve nesnenin nerede olduğuna, eylemin hangi doğrultuda gerçekleştiğini ifade edecek şekilde kurgulanır. Yine İngilizce üzerinden örneklendirecek olursak, “The book is on the table” cümlesinde book (kitap) nesne, table (masa) mekan, on (üzerinde) konumsal ilişki birbirinden ayrı birimlerdir. Bu dilde cümlenin mekânsal yapısı analitik ve modülerdir.
Sami dillerinde ise mekan Kartezyen değil, ilişki temellidir. Yani mekan öznenin veya nesnenin mutlak konumu değil, iki unsur arasındaki ilişkinin türü üzerinden tanımlanır. Konum ilişkinin yönüyle ortaya çıkar. Bu yüzden Arapça’da mekan edatları, asılnda mekan değil ilişki kategorileridir. Hint-Avrupa mantığıyla, x nesnesi y mekanında z konumundadır şeklindeki cümle Sam dil grubunda (Arapça’da) x ile y arasında z tipi bir ilişki var gibi kurgulanır ve x’in konumu bu ilişkiye göre belirlenir.
ةَدِئا َمْ لا ىَلَع ُ ُبوُكْ لا (al-kūbu ʿalā al-mā’idah) (Bardak masanın üstünde) cümlesinde ىَلَع ifadesi bardakla masa arasındaki ilişki türünü belirtmektedir. Bardak masadan destek almaktadır, bir şeyin yüzeyinde bulunma gibi veya temas seviyesi üstü gibi bir ilişkidedir gibi bir ilişkisel bir tanımladır. Burada koordinat yoktur sadece ilişki ifade edilmektedir ancak bu ilişkiden “o halde kupa masanın üzerindedir” sonucu çıkarılır. Doğrudan masanın yüzeyi koordinatında bardak var denilmemektedir.
Ancak İngilizce’de aynı durum Kartezyen biçimde ifade edilir. The cup is on the table. Bardak masanın üzerindedir.
Evet ayrıntıya fazla girmeden sanıyorum iki dil grubu arasındaki farkı ortaya koyabildim. Gördüğünüz gibi, Hint-Avrupa dil grubunda gözlemci, gözlemlediği eylem veya nesneyle arasına mesafe koyar. Bu yaklaşımda gözlemcinin algısı, gözlemlediği şeyin ne kadarını gözlemlediği ve ne kadarını kavradığıyla sınırlıdır. Sami dil grubunda ise insan dünyayı eylem üzerinden tanımlar ve gözlemlediği bu eylem merkezinden çevresini anlamlandırırken, eylemi ve gözlemlediği şeyi bir bütün olarak kavramaya çalışır. Eylem bir süreç olduğu için eylemin safhalarına (aspectlerine) odaklanır ve eylemi meydana getiren bütün unsurları dikkate alır.
Bu noktada, Ural-Altay dil ailesine mensup Türkçe’yi konuşan bizlerin dünya yaklaşımının hangi dil grubuna yakın olduğu sorusunu sorabilirsiniz. Bu soruya, İslam dininin toplumsal hayatı yönlendirdiği zamanlarda anlayışımızın Sami dil grubuna yakın olduğunu, Batılılaşma sürecine girdikten sonra da Hint-Avrupa dil grubunun yaklaşımı etkisi altına girdiğimizi söyleyerek cevap vermek isterim. Bugün toplumumuzda bu iki bakışın da izlerini görmek mümkündür.
Sami dil grubu yaklaşımı bütüncül, süreç odaklı ve ilişki ağırlıklı bir düşünce biçimini desteklerken Hint-Avrupa dil grubu yaklaşımının detaycı, analitik ve tümevarımcı bir düşünce biçimine imkan tanıdığı dikkate alındığında, bu iki bakışın topluluğumuzda aynı anda yaşıyor olması bir zafiyet olarak görülebilir. Aynı kanaatte değilim. Her ne kadar kafa karışıklığı ve ortak dil kullanmayı güçleştiriyor gibi görünse de yaşamakta olduğumuz bu tarihi tecrübenin, düşünce dünyamızı zenginleştiren önemli bir imkan olduğunu düşünüyorum. Fakat, kuşkusuz, bu imkandan yararlanmamız, aydınımızın bu konuda göstereceği yetkinliğe bağlıdır.