Mehmet Demiray

Tarih: 25.06.2025 19:11

Siluetin ardındaki ses: Farklılık mı, onay ihtiyacı mı?

Facebook Twitter Linked-in

“Türk toplumu hâlâ olgunlaşmamış bir çocuk gibi davranıyor; sürekli bir onaylanma ihtiyacı içinde.”

Bu cümle kulağımda çınladığı anda, sanki eski bir filmin içine düştüm. Üniversite yıllarım gözümde canlandı. Sıcak bir amfi, ahşap sıralar, heyecanla tartışan genç yüzler... Kimi Mustafa Kemal’in her sözünü onaylayıp yüceltiyor, kimi her cümlesini didik didik ederek onu yerden yere vurmaya çalışıyor. Ama herkesin yüzünde benzer mağrur bir ifade vardı: “Ben farklıyım ve haklıyım.”

Yıllar geçti, çağ değişti. Ama mesele değişmedi. Türkiye’de fikirleri değil, tarihî şahsiyetleri konuşuyoruz. Ve farklılık dediğimiz şey, çoğu zaman gerçek bir alternatif yaratmaktan çok, kimliksel konumlanmalarımıza renk katmaktan ibaret kalıyor.

Farklı olmakla olgun olmak aynı şey değildir.

Hanioğlu’nun teşhisi sadece tarihsel değil, aynı zamanda psikolojik bir gözlem. Zira burada mesele bir lidere duyulan hayranlık değil; o figürle kurulan ilişki biçimi. Bu ilişki biçimi, geçtiğimiz hafta ayrıntılı biçimde ele aldığım Turkish Differentialism kavramıyla da doğrudan ilişkili. Türkiye’de yerleşik hale gelmiş bu yaklaşım; mukayeseye kapalı ama kendini özel sayan, evrensel ölçütleri dışlayan ve sürekli “biz başka milletlere benzemeyiz” diyerek bir ayrıcalık zırhı oluşturan bir fikrî yönelim. Bu durum, kamplaşma kültürümüzün temel motoru olan epistemolojik sadakat ile birleşince, her kamp, seçtiği bir tarihî figürü kimlik üreteci olarak kullanıyor.

Bu yapı, psikanaliz literatüründe “jüvenil narsisizm” olarak tanımlanan yapıyla örtüşür; yani gelişimini tamamlamamış, kırılgan bir üstünlük duygusu. Bu yapılar — ister birey olsun, ister toplum — kendini özel hisseder; ama mukayeseye girmez, eleştiriye kapalıdır ve sürekli dışsal onayla var olmak ister. 

Aynaya baktığında hâlâ babanın gölgesini görüyorsan, büyümemişsindir.

Bugün Türkiye’de neredeyse her siyasi kamp, kendi “Atatürk”ünü yaratmış durumda. Kimisi onu İslamî bir rönesans öncüsü, kimisi anti-emperyalist bir halk kahramanı, kimisi de Batılı tarzda seküler bir lider olarak konumlandırıyor. Hatta bazıları için militarist bir disiplin sembolü, bazıları için ise bir dahi diktatör. Bu kadar farklı ve zıt rollerin tek kişilik bir sahnede oynanması garip. Ama her kamp, Mustafa Kemal’in hayatının sadece bir bölümünü öne çıkarıyor; bağlamından koparıyor ve kendi anlatısına yediriyor. Onun bir zamanlar söylediği sözler, bu anlatılarda birer parça, delil işlevi görüyor. Gerçekliğin bir parçasını alıp, tamamıymış gibi sunuyorlar.

Bu düşünsel refleks, epistemolojik sadakatle (yani fikrin içeriğine değil, kaynağına duyulan sadakatle) birleştiğinde, fikir üretimi değil; yeni anlatı kurgusu yapılmış oluyor. 

Bu çerçevede kullanılan tek tarihî figür Atatürk değil, Fatih Sultan Mehmet’ten Enver Paşa’ya kadar birçok tarihsel figür, günümüz politikalarının “meşrulaştırıcı ataları” hâline geliyor. Düşünsel çaba yerini, referans kolajlarına bırakıyor. Toplumsal meseleleri doğrudan tartışmak yerine, geçmişten alıntılarla dolaylı kimlik savaşları veriyoruz. Oysa bir figürü sürekli idealize etmek ya da ondan sürekli uzak durmak, aynı türden bağımlılığın iki farklı biçimi.

Psikolog Şule Öncü’nün ifadesiyle:
“Kişi benliğini olgunlaştırmadan, sürekli dışsal onayla var etmeye çalışır. Bu, gelişmemiş (jüvenil) bir narsistik yapıdır.”

Bu yalnız bireylerde değil, kolektif kimliklerde de görülür. Özellikle eleştiriye kapalı, üstünlük arayışı içindeki yapılar, figürlere sarılır. Eleştiriyi tehdit olarak görürler ve düşüncelerini meşrulaştırmak için ya bir kurucu figüre yaslanırlar ya da ondan uzaklaşarak farklılık üretmeye çalışırlar. Her iki durumda da figür düşünsel sahneden indirilemez. Eleştiriye ve mukayeseye kapalı bu yapının yürüttüğü tartışmalar, anlatının sorgulanmadan ve değiştirilmeden karşı tarafa dayatılmasına dönüşür. Başka bir deyişle, siyasi tartışma karşı tarafı anlamaya, dünyaya nasıl baktığımızı anlatmaya ve ortak bir gelecek kurmaya çağırmak yerine; onun geçmişi nasıl hatırladığını denetlemeye dönüşüyor.

Gerçek farklılık, kendine ayna tutmaktan ve büyümeyi göze almaktan geçer.

Unutmamalıyız ki, tıpkı aynadaki siluet gibi, gerçekle kurulan ilişki de değişebilir. Bu nedenle, farklı olmak iddiasında bulunan her pozisyonun önce kendine şu soruyu sorması gerekir: Bu fikir bana mı ait, yoksa bir rolü mü sürdürüyorum? Bugün her siyasi görüş, kendi Atatürk’ünü yaratıyor olabilir. Ama her aynadaki siluetin gerçekten kendimize ait olup olmadığını sorgulamadan, ne bu farklılık iddiası gerçek olur, ne de eleştirel düşünce ve olgunlaşma mümkün hâle gelir. Haftaya, bu jüvenil narsistik yapının gündelik tartışmalarda kendini nasıl gösterdiğini ve iletişimi kapatıp, temel narsistik savunma mekanizmalarını kullanarak, karşı tarafı yok edecek bir dille nasıl saldırdığını konuşacağız.

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —