Yan yana yürüyen üç öğrenci: biri yoksul bir kasaba ailesinin çocuğu, diğeri taşraya tayinle gelmiş bir memurun oğlu, öteki köklü bir subay ailesinden. Üzerlerinde aynı forma, ellerinde aynı kitap, önlerinde aynı sınav. Batı’daki aristokratik okullarda olduğu gibi soyadı, serveti ya da ailesinin nüfuzu onları birbirinden ayırmıyor. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde hem acil yetişmiş insan gücü ihtiyacı hem de Osmanlı’dan devralınan liyakat mirası sayesinde bu manzara mümkündü: köken değil, başarı esastı. İlber Ortaylı’nın deyimiyle, Osmanlı’nın kapıkulu sistemi bir “achievement society” yani liyakat toplumunun nüvesiydi.
Eğitim: Eşitlikçi Bir Panzehir
Kısmen kapıkulu geleneğini devam ettiren, imparatorluğun dört bir yanından gençleri aynı çatı altında toplayan Galatasaray, Mülkiye ve Tıbbiye gibi modern kurumlar vardı. Mezunlar farklı siyasal yollara savrulsalar da devlete sadakat konusunda benzer refleksler gösterdiler. Eğitim, toplumsal farklılıkları maskeleyen bir köprüydü; içeri giren için soy, servet ya da köken ikinci plana geçiyordu.
Cumhuriyet, kaybedilen topraklarla birlikte Osmanlı’nın eğitim kurumlarının önemli bir kısmını da yitirdi ve açığı kapatmak için hızla yeni okullar açmaya başladı. Ancak bütün bu çabaya rağmen genç Cumhuriyet’in lise dengi okul sayısı sınırlıydı: 1924’te 23, 1926’da 44, 1934’te 71. Bu okullardan faydalanması beklenen nüfus da küçüktü; 1933 sayımına göre 15–19 yaş aralığında yaklaşık 1 milyon genç vardı. Yine de bu tablo, toplumun farklı kesimlerinden çocukları aynı sıralara oturtmayı sağladı. Öğretmen kadrosu da dikkat çekiciydi: Abdülbaki Gölpınarlı, Fakir Baykurt, Mehmet Fuat Köprülü gibi isimler edebiyatı ve düşünceyi sınıf sıralarına taşıyarak eğitimi gerçek bir panzehir haline getiriyordu.
Elbette eşitlik mutlak değildi. Karma eğitim gibi yenilikler, farklı ethno-kültürel gruplar arasında yeni ayrımlar yaratıyordu. Fakat kırsal nüfusun büyük çoğunluğunun eğitimsiz olması ve az sayıdaki okulun yoğun merkezi denetime tabi tutulması, eğitimi “eşitleyici panzehir” olarak tanımlamayı mümkün kılıyordu.
Göç ve Bölgesel Eşitsizlikler
Panzehirin etkisi zamanla azaldı. Nüfus artışı ve okullaşmanın bu hıza ayak uyduramaması, 1960’larda köyden kente göç dalgasıyla birleşince bölgesel eşitsizlikler derinleşti. Merkeze yakın okullar avantaj kazanırken, uzak bölgeler geride kaldı.
1970’ler siyasal kamplaşmanın yıllarıydı. Öğretmenler ideolojik saflaşmalara sürüklenirken, pek çok öğrenci okul değiştirmek ya da eğitimine ara vermek zorunda kaldı. 1980’lerde kitlesel göç ve ethno-kültürel farklılıklar daha görünür hale geldi. Aydın’da tarlada çalışan bir Diyarbakırlı ailenin çocuğu, dil ve toplumsal uyum sorunları nedeniyle dezavantajlı konuma düşebiliyordu. 1990’larda ideolojik kadrolaşma, bazı liselerin belirli cemaat ve gruplarla özdeşleşmesine yol açtı. 2000’lerle birlikte ise devlet–özel okul ayrımı keskinleşti.
Okullar: Aidiyetin Mekânları
1980’lerden itibaren kitlesel göç kalıcılaştı. Büyük şehirlere taşınan ailelerin çocukları, dilsel ve kültürel farklılıklar yüzünden sınıfta sessiz kalıyor, dezavantajlı hale geliyordu. Gettolaşmış göçmen mahalleleri ile merkez arasındaki fark, eğitimin tek tipleştirici gücünü zayıflattı.
Ben bu süreci 1990’lı yıllarda, Ankara’nın tercih edilen okullarından biri olan Ankara Anadolu Lisesi’nde deneyimledim. İdari kadrolaşma belirgindi ama merkezi sınav sistemi, özellikle yüksek puanla öğrenci alan “seçkin liseler”de çeşitliliği hâlâ koruyordu. Aynı sırada oturan öğrenciler farklı siyasi görüşlerden gelebiliyor, akademik rekabete girebiliyordu. Sınav salonlarında eğitimden beslenen ortak bir aidiyet duygusu vardı.
Devlet–Özel Ayrışması
1990’lı yıllarda pek çok veli, bazı okulları akademik kadrosu ya da öğrenci profili nedeniyle sakıncalı görerek ya ikametgâh değiştiriyor ya da yatılı okullara yöneliyordu. 2000’lerle birlikte ise tablo köklü bir dönüşüm geçirdi. İmam hatip liselerinin artışı ve pek çok okulun imam hatip lisesine dönüştürülmesi, bu durumdan rahatsız olan velileri özel okullara yöneltti. Böylece devlet okulları ile özel okullar arasında yeni bir ayrışma çizgisi oluştu.
Özel okul seçiminde elbette başka etkenler de vardı: yabancı dil, sınav başarısı, ekonomik imkânlar… Ancak ayrışmayı görünür kılan en güçlü neden imam hatipleşme süreciydi. Zamanla bu ayrışma yalnızca eğitimle sınırlı kalmadı, doğrudan iktidar–muhalefet kutuplaşmasının sahnesi haline geldi.
En büyük kayıp ise akademik başarıdaydı. Bir zamanlar Ortaylı’nın övdüğü liyakat temelli sistem, yerini toplumsal tabakalaşmayı yeniden üreten bir yapıya bıraktı. Bugün özel okullar ağırlıkla kendini muhalif olarak tanımlayan üst orta sınıfların finansmanıyla ayakta duruyor. Kamu okulları ise kimi yerde coğrafi konumu, kimi yerde öğretmenlerin bireysel çabalarıyla ayrışsa da değişen politikaların ve reform adı verilen istikrarsızlıkların sahnesine dönüşmüş durumda.
Sonuç: Aynı Sıradan Ayrı Dünyalara
Bir zamanlar aynı sırada oturan çocukların yerini artık farklı dünyaların çocukları aldı. Sinema ve edebiyatta bir dönem “güçlü ve saygın” sıfatlarıyla anılan liseler, bugün dizilerde cemaatleşme ya da kriminalleşme hikâyeleriyle gündeme geliyor. Eğitim panzehir olma gücünü yitirdikçe, toplumsal tabakalaşma daha görünür hale geliyor.
Oysa hikâye bir koridorda yan yana yürüyen üç öğrenciyle başlamıştı. Bugünse o koridor da adımlar da farklı yönlere dağılmış durumda.