Dünyada bu kadar bilgili insan olduğu halde neden sorunlar hiç bitmiyor? Mesela enflasyonu ele alın. Niye bir türlü bitmiyor? Ülkemizde kronik bir hal alan bu ekonomik olgu sadece bizim sorunumuz da değil. Her yerde aynı sorun var. Acaba bilgili insanların bildiklerini anlattıklarına kulak tıkıyor ve onların söylediklerini yapmıyor olabilir miyiz?
Sizce Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Özgür Demirtaş’ın ülke gündemine dair artık yazmaktan vaz geçmesinin nedeni bu olabilir mi?
Gelin birlikte bakalım.
Sayın Özgür Demirtaş şöyle yazmış (kısmen alıntılıyorum); “Türkiye’ye 14 yıl önce geldim. Net 12 yıl boyunca Memleketin haline kafa patlattım (kendim ve ailem dünyanın her istediğim yerinde yaşayabilecek olduğu halde). 12 yıl boyunca atmadığım twit, çekmediğim youtube videosu, katılmadığım tv programı kalmadı. Sonuç SIFIR oldu. Hakaret yediğim ile, tehdit edildiğim ile … saldırıya uğradığım ile kaldım. Ben DUYGUSAL bir insanım …anladım ki benim 12 yıl boyunca yaptığım ONCA şeyin aslında insanların hiçbirinin gözünde değeri YOKMUŞ. “
Aydınlarımız neden sürekli “beni anlamıyorlar abi” modundalar acaba? Biz sıradan insanlar tabii ki aydınları anlamayacağız. Onlar kuşkusuz bizden çok daha bilgili ve çok daha donanımlı insanlar. Bizden çok daha fazla şey bildiklerini biliyoruz. Dünyanın istedikleri yerinde yaşayabilecekleri halde bu ülkede bizimle yaşama alçak gönüllülüğünü gösterdikleri için onlara müteşekkiriz (Sayın Özgür Demirtaş’tan önce eşiyle birlikte önemi devlet görevlerinde bulunan bir hanımefendinin de benzer sözleri olmuştu, hafızam beni yanıltmıyorsa. Onlara da müteşekkiriz tabii. O görevlerde olmasalar bile yaptıklarını hep şükranla anacağız.)
Aydınlarımız söylediklerini anlamadığımız için bize kızmamalılar. Adı üstünde, onlar aydın, yani aydınlanmış insanlar. Bizler, sıradan insanlarız.
Hakaretler, tehditler ve saldırmalar söz konusu olduğunda Sayın Demirtaş’a hak vermemek elde değil. Ama onun yaptığı ONCA şeyin gözümüzde değeri olmadığını düşünmesini istemem doğrusu. Biz sıradan insanlar aydınlarımızı severiz, inanmaya ve peşlerinden gitmeye de hazırızdır. Nitekim halkımız önüne düşen hemen her aydının peşinden gitmiştir, bu konuda çok örnek var. Yalnız onlardan, söylediklerini yapabilmemiz için gerekçesini bilmesek de bildiklerini bize inandırıcı bir dille anlatmalarını bekliyoruz. Biz anlamasak bile onlar bir yolunu bulup bize anlatmalılar.
Ancak konu ekonomi olunca…
Ekonomi işi biraz zor.
Bunca Nobel ödüllü iktisatçıya, IMF, OECD, Dünya Bankası gibi kuruluşlara rağmen dünyanın daha yirmi yıl önce finans kaynaklı büyük bir ekonomik kriz yaşadığı (ki daha önceki krizleri saymıyorum), bütün büyük ekonomilerin hala sorunlarla başa çıkmaya çalıştığını gördükçe ve siyasetçisinden bürokratına, bilim dünyasından iş çevrelerine kadar bir sürü akıllı insanımız olmasına rağmen ülkemizin neredeyse her yirmi yılda bir hep aynı sorunlarla boğuşmak zorunda kaldığını hatırladıkça meselenin sadece ekonomi olmadığını düşünmeden edemiyoruz. Galiba içten içe çok daha büyük, çok daha boyutlu, ülkemizi de içine alan devasa, sistemsel bir sorunla karşı karşıya kaldığımız hissine kapılıyoruz ve söylenenleri can kulağı ile dinleyemiyoruz.
Sonucun sıfır olması ondan Özgür Hocam.
Yine de aydınlarımızın bizleri ikna etmenin bir yolunu bulacağına olan inancımı kaybetmiş değilim.
İkna deyince, Cialdini ve Goebbels’den sonra bu hafta Jack Seguela’ya değineceğimizi hatırladım. Seguela “Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin Beni Bir Genelevde Piyanist Sanıyor” başlıklı kitabıyla Türkiye’de çok tanınmış bir reklam gurusu. Fransa’da Cumhurbaşkanı Mitterand’ın kazandığı seçimin kampanyasını yöneten Seguela ülkemizde de zamanın başbakanı Mesut Yılmaz’ın seçim kampanyasını yürütmüştü. Gerçi rahmetli Yılmaz o seçimi kazanamadı ama herhalde aldığı oy oranına Segualea’nın katkısı olmuştur. Adam otorite çünkü.
Peki, Seguela bir siyasal iletişimci olarak, seçim kazanmak isteyen siyasilere ne diyordu?
Bu yukarıda saydıklarımız, Seguela’nın on altın kuralının altısını oluşturuyor ve doğrudan seçmene yönelik iletişimdeki temel prensipleri içeriyor. Cialdini ve Goebbels’in yanında Seguela’nın ikna yaklaşımı biraz genel kalıyor kuşkusuz ama düşünme ve karar verme sürecine ilişkin önemli ip uçları var söylediklerinde.
Seguela’ya da değindikten sonra Cialdini ve Goebbels’in yaklaşımlarını da ele alarak düşünme ve karar verme sürecinde hangi temel unsurları dikkate aldıklarının altını çizmek ve bir değerlendirme yapmak istiyordum. Ancak, Frank Luntz’u ve Simon Lancaster’i unuttuğumu fark ettim. ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin kampanyalarını yönetmiş ünlü bir siyaset iletişimcisi olan Luntz’a ve İngiltere’de Tony Blair kabinesindeki bakanlara hizmet vermiş ve şimdi büyük şirketler için çalışan dünyanın en ünlü konuşma yazarları arasında sayılan Simon Lancaster’e değinmesem olmayacaktı.
Haftaya bu iki iletişimciye değinelim sonra genel değerlendirmeye geçeriz.