Şehrin nüfusu kalabalık, alanı dar, yolları eğimli ve dolambaçlı. Kaldırımlar zaten geniş değil, trafikse neredeyse günlük kaderimiz. Hal böyleyken motosiklet, bu sıkışmışlığın içinden sıyrılmanın en akılcı yolu olarak öne çıkıyor. Bugün İstanbul trafiğinde gördüğümüz her üç araçtan biri iki tekerlekli. Ama iş taşımaya gelince tablo değişiyor: yemek, ilaç ve kargo teslimatlarının neredeyse üçte ikisi motorla yapılıyor. Yani iki teker, sadece sürücüsünü değil, bu koca şehrin yükünü de taşıyor.
Yine de kazalarla ilgili veriye bakınca afallıyoruz: motosikletler, trafikteki toplam araçların üçte birini oluştursa da kazaların yarısında olay yerindeler. Bu oranların altını çizmeden geçmeyelim; çünkü bu sayıların hemen ardından kamuoyu baskısı geliyor. Sosyal medyada yayılan “motosiklet terörü” videoları, infialle paylaşılan kazalar ve sert söylemler, kamusal politikaya da yön veriyor. Yakın zamanda İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, bu çerçevede motosikletle ilgili yeni trafik düzenlemelerini açıkladı ve cezalarda ciddi artışa gidildi.
Cezaların en ağırı yarış yapan ya da akrobatik hareketlerde bulunanlara gelse de, en yaygın olanı park cezası. Asıl düğüm de burada başlıyor. Zira İstanbul’da motosikletlere özel park alanı neredeyse yok. Trafikteki araçların üçte birini oluştursa da motosikletler, park alanlarının onda birine bile sahip değil. Dolayısıyla ya arabalar gibi yola paralel park etmeleri ya da kaldırımlarda kendilerine bir boşluk aramaları bekleniyor. Ancak her iki durumda da çeşitli sıkıntılara gebe.
Motorsiklet parkı sadece şehrin içinde değil, özel park alanlarında, site içinde bile oldukça zor, geçen haftalarda yaşadığım sitenin otoparkında yaşadığım sıkıntıyı anlatmıştım. Hemen akabinde, postane için gittiğim Kadıköy’de, sahil hattındaki İSPARK’ta kendime yer ararken, otoparkı çevreleyen kaldırıma park etmeye yönlendirildim. Ancak daha işimi bitiremeden e-devletime yansıyan park cezası ile karşı karşıya kaldım. Yalnız değilim. Kurye olarak çalışan binlerce kişi, teslimatlarını yetiştirebilmek için gün içinde İstanbul’un muhtelif sokaklarında, ortalama yirmi kere kısa süreli duraklama yapıyor. Bu kadar hareketli bir sistemde, kurallara uygun park yapabilmek fiziksel olarak imkânsız.
Yeni nesil EDS kameraları da kaldırımı işgal ettiği gerekçesiyle motosikletleri otomatik cezalandırıyor. Hukuken haklı olabilir ama fiiliyatta bu, hayatın olağan akışına aykırı. Çünkü çoğu zaman bir motosikletin park ettiği yer, bir direğin ya da ağacın yanı; kaldırımda yürüyüşü engellemeyen, dahası yayaların kullanamayacağı bir boşluk. Fakat bu ayrımı yapmayan sistem, sadece cezalandırıyor. Ve bu cezalar, dolaylı olarak taşıma süresini ve maliyetini artırıyor; olan yine vatandaşa oluyor.
Ben de, sürekli park cezaları ile karşılaşmamak için tıpkı diğer motosiklet kullanıcıları gibi, yıllardır sorunsuzca park ettiğim yerlede, eds kameralarından kaçınmak için, trafik akışına ters yanaşarak, plakayı duvara çevirerek park etmek zorunda kalıyorum ve her duruşta "acaba ceza gelir mi" diye korkuyorum. Bu çözüm değil; bu korku kültürü.
Tam bu yazıyı tamamlarken, Instagram’da motosiklet içerikleriyle tanınan Orkun Olgar’ın bir videosuna denk geldim. Madrid’deki bir caddede, kaldırımların yaya trafiğini engellemeyen bölümlerine sıra sıra park etmiş motorları gösteriyor. Her zamanki profesyonel, kibar tonu ve yapıcı üslubu ile, İspanya’da yazılı bir yasa olmamasına rağmen, motorcularla yayalar arasında gelişmiş bir toplumsal mutabakatın kurulmuş olduğunu anlatıyor. Pek çok Avrupa ülkesinde kaldırımların kör noktaları, yaya geçişini, engelli rampalarını, acil müdahale cihazlarını engellemediği sürece motosikletler tarafından otopark olarak kullanılıyor. Hatta, pek çok ülkede, bölünmüş yollarda orta refüjler, yaya geçitleri dışında, işaretlenerek motosiklet parkı için ayrılmış durumda. Çünkü mesele kanun değil, sağduyu ve toplumsal barış.
Sorun motosiklette değil, müzakere eksikliğinde.
Bizdeyse hâlâ "motorcular terörist mi, yoksa özgürlükçü mü" ikilemine sıkışmış bir tartışma var. Oysa çözüm, cezai uygulamalarda değil; toplumun ortak aklında. İki tekerin şehirdeki yerini konuşabilmek için önce birbirimizi duymamız gerekiyor. Herkesin kendi mikrofonuyla bağırdığı bu ortamda, belki de en çok ihtiyacımız olan şey ortak bir park çizgisi değil; ortak bir dil.