Yine dolu dolu bir gündemle karşınızdayım. Bazen ülkenin dört bir yanından gelen haberlerle yüreğimiz daralıyor, bazen ise bir umut ışığı arıyoruz ekranlarda, gazetelerde… Ama ne yazık ki o ışığı bulmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Bugün sizinle birkaç çok temel mesele üzerine dertleşmek istiyorum.
İlk olarak canımızı, sağlığımızı, bedenimizi emanet ettiğimiz doktorlar, hemşireler, sağlık çalışanlarıyla başlayalım. Gün yüzüne çıkan sahte diploma skandalları sadece bir eğitim sorunu değil; doğrudan insan hayatına kast eden bir tehlikedir. Sahte diplomalı bir kişi elinde neşterle, iğneyle, reçeteyle karşımıza geçtiğinde bu sadece bireysel bir dolandırıcılık değil; bir cinayetin, bir felaketin habercisidir. Devletin bu konuda sıfır toleransla, acilen ve net biçimde cezai yaptırımlar uygulaması gerekir. Sadece diplomayı iptal etmek yetmez. Sahte diplomayla çalışan herkesin meslekten men edilmesi, kamuoyu önünde deşifre edilmesi, hatta hapis cezası gibi caydırıcı sonuçlarla karşılaşması gerekir. Çünkü sağlık ihmale gelmez.
Bu durum yalnızca sağlık sektörüyle sınırlı da değil. Mühendislik, mimarlık, eğitim gibi diğer kritik mesleklerde de bu sahtecilik hastalığı baş göstermeye başladı. Bir uçağı diplomasız bir mühendisle havalandırmak, bir binayı bilgisiz biriyle inşa ettirmek… Bunlar sadece kâğıt üstü hatalar değil; yüzlerce insanın hayatına mal olabilecek cinayetlere dönüşebilir. Devletimizin bu konuda ciddi bir toplumsal seferberlik başlatması şarttır.
İkinci olarak, her gün güne bir kadın cinayetiyle başlıyoruz. Kadınlar katlediliyor. Bugün bir meclis personelinin kendi eşi tarafından öldürüldüğü haberiyle sarsıldık. Yeter artık! Bu acıların siyasi, sosyal ve hukuki bir gerçekliği var. Kadın cinayetleri politiktir. Çünkü bir toplumda suç işleyen kişiye gereken ceza verilmez, kollanırsa, aklanırsa, dosyası kapatılırsa, cezası hafifletilirse bu suçlar teşvik edilmiş olur. Erkek şiddeti karşısında kadınlar yalnız bırakıldıkça, sistem susup izledikçe bu cinayetler ‘alışılmış’ hale gelir.
Kadını korumayan yasa, geleceği koruyamaz. Toplum mühendisliği diyorsak eğer, önce bu konuda bir sosyal mühendisliğe ihtiyacımız var: eğitimiyle, hukuki yaptırımıyla, toplumsal farkındalığıyla kadına yönelik şiddeti sıfıra indirmek için. Herkesin annesi, kızı, kardeşi olabilir bu haberin öznesi. O yüzden caydırıcı ceza yoksa, eşitlik ve adalet de yoktur.
Üçüncü konum ise doğaya, yaşama, geleceğe dair… “Rezerv alan” adı altında İstanbul’un nefes borularına beton dökülüyor. Son olarak Zekeriya Köy’deki 200 bin metrekarelik yeşil alanın rezerv alan ilan edilmesiyle büyük bir tehlikeyle daha karşı karşıyayız. O bölge bir vadi; deprem riski taşıyor, toprağı alüvyon. Aynı zamanda İstanbul’un kuzeyini saran ormanlarla bütünleşmiş bir ekosistemin parçası. İmar planında “yeşil alan” olarak tanımlanmış bir yeri rezerv alana çevirmek, o bölgenin geleceğini, halkın sağlığını ve güvenliğini hiçe saymak demektir. Kanunlar rezerv alanın şartlarını net biçimde belirler: doğal afetlerde halkın geçici olarak barınabileceği yerlerdir. Bu alanlar konut rantına çevrilemez.
Doğa geri alınamaz. Yeşil alanlar birer lüks değil, hayatta kalma alanlarımızdır. Rezerv alan uygulamaları bir şehircilik planı değil; geleceğe dair sorumsuz bir miras olabilir. Umarım bu uygulamalardan vazgeçilir ve İstanbul’un kuzeyi, bir beton denizi değil; ormanların, vadilerin, kuşların yeri olmaya devam eder.
Son olarak… Bu yaşananlar arasında insan düşünmeden edemiyor. Sahte diplomalar, sahte yargılar, sahte adalet… Gerçek insanlık nerede? Bu dünyada bu kadar kaynak varken, bu kadar zenginlik varken insanlar neden bu kadar yoksul? Bu kadar mutsuz? Adil paylaşım olmadıkça, gerçek eğitim verilmedikçe, kadın korunmadıkça, doğa savunulmadıkça insanlık da sahteleşiyor. Bu sahteciliğe hep birlikte “dur” dememiz gerekiyor.
Ben devletimize güveniyorum ama aynı zamanda halkımıza da çok güveniyorum. Çünkü halk susmazsa, adalet yürür. Sesimiz birleşirse, bu düzen değişir. O zaman sağlık da gerçek olur, eğitim de, yaşam da.
Sevgi ve umutla kalın.