Bu yazıda, aslında "nasıl düşündüğümüz" üzerine durmayı planlıyordum. Ancak hem ilk iki yazıya gelen eleştiriler, hem de yaşanan deprem tartışmaları, konuyu biraz daha açmayı ve güncel gözlemler eşliğinde devam etmeyi kaçınılmaz kıldı. Bu vesileyle, "epistemolojik sadakat" kavramını güncel olaylar üzerinden yeniden tartışmak istiyorum.
Evet, İstanbul depremi ile Türkiye’nin gündemi bir kez daha sarsıldı; ama tartışma kültürümüz aynı depreme hazırlıksız olduğumuz gerçeği gibi herkesin görmezden geldiği “odadaki fil” gibi yerinde duruyor. Bu yazı ile, açıkça söylemek gerekirse çok anlamadığım teknik deprem tartışmalarına girmeden, "epistemolojik sadakat" kavramı üzerinden, depremin canlı canlı göz önüne serdiği tartışma kültürümüz üzerine yeniden düşünmeye çağırıyorum.
İş hayatına atıldığım 2000’li yıllardan beri sıklıkla terim kullanmak, akademik bir üslup takınmakla ilgili eleştirilmişimdir. Bu eleştiriler bana daha kısa ve öz yazma disiplini kazandırdı; ama terim kullanmak, hatta yeni terim üretmek, doğru anlaşılmak için en kritik edim. "Epistemolojik sadakat" kavramını tanıttığım ilk yazımdan sonra, fikrine, aklına ve iyi niyetine güvendiğim pek çok dostumdan kritikler aldım.
Bu eleştirileri üç ana başlıkta toparlayabiliriz:
(1) Kamplaşma olgusu yeni değil, tarihsel bir devamlılık taşıyor.
(2) Kimlikler hep vardı; bu durum epistemolojik değil, ontolojik; yani bilgi kaynağı seçimi değil, varoluşsal bir aidiyet meselesi.
(3) Kimlik sadakati, evrensel bir insan hali; bu yüzden Türkiye’ye özgü ya da yeni bir durum değil.
Öncelikle, değer verip zaman ayırarak bu yorumları paylaşan dostlara sonsuz teşekkür borçluyum. Zira bu kritikler düşüncemi derinleştirmek ve istemeden oluşabilecek yanlış anlaşılmaları gidermek için kıymetli bir fırsat sağladı.
Öncelikle, kutuplaşmanın yalnızca son yirmi yılın meselesi olduğunu iddia etmedim. Tersine, Türkiye’nin kimlik kamplaşmaları, yüz yılı aşkın bir süreye yayılan bir tarihselliğe sahip.
Benim vurgulamaya çalıştığım, sadece son yirmi yıla bakmanın bile, bu sadakat biçimini görünür kılmaya yeteceğiydi.
İkinci olarak, Türkiye siyasetinde "ontolojik" (varoluşsal) kimliklerin etkin olduğu doğru; ama beni etkileyen ve yoruma özgünlük katan, hangi kampta yer alınacağının neredeyse her tartışmada değişebiliyor olması.
Üçüncü olarak, evet, insanın doğası aidiyetler üzerinden var oluyor; ancak Türkiye'deki sadakat biçimi, bilgiye değil, bilgiyi söyleyen kişiye yönelmiş özelleşmiş bir yapı gösteriyor.
Kamplar değişiyor, sadakat değişmiyor — Türkiye’de bilgiye değil, söyleyene sadakat var.
Depremi takip eden saatler içinde, televizyon ekranlarında Şener Üşümezsoy’cular, Naci Görür’cüler, Celal Şengör’cüler diye adlandırabileceğimiz kamplar oluştu.
Herkes birbirini verisiz konuşmakla, verilere aykırı konuşmakla suçluyor.
Ama ilginçtir: herkes aynı verileri, Kandilli Rasathanesi ölçümlerini kullanıyor.
Kampların suçlamaları ise veriyi değil, kaynağa sadakati merkeze aldığı için, havanda su döven bir tartışma ortamı oluşuyor.
Bilimsel argümanlardan çok, kişisel duygular ve kimlik aidiyetleri belirleyici oluyor.
Üşümezsoy'un “akademik kalıplara sığmayan” sıradışı üslubu, Görür'ün “kibirli” yorumu, Şengör’ün “radikal” fikir değişimleri; her biri tartışmanın merkezine, veriden bağımsız bir şekilde oturtuluyor.
Bir mahalle maçında bile formalar değişir, çocuklar aynı kalır; bizse formayı kutsuyoruz, çocuğu unutuyoruz.
Tam da bu yüzden ilk yazıda analoji olarak mahalle maçını vermiştim.
Her ne kadar genç futbolcular sıklıkla aynı takımda olmayı tercih etse de, sırayla adam seçme uygulaması takımların kompozisyonunu değiştirir; tıpkı deprem tartışmalarında olduğu gibi.
Bakıyorsunuz, Üşümezsoycular’a karşı Şengör-Görürcü ittifakı; bir bakıyorsunuz, Üşümezsoy, Görür karşısında Şengörcülerle yan yana.
Oysa bilimsel bilgi, kişiden bağımsızdır; ölçülebilir, tartışılabilir, eleştirilebilir olmalıdır.
Türkiye’de ise bilgi, bilginin sahibine duyulan sadakat üzerinden kutsanıyor ya da reddediliyor.
Üstelik bu sadakat, aktörleri neredeyse kutsallaştıracak, onlara insanüstü yetkiler yükleyecek kadar güçlü olabiliyor.
Deprem olacak mı, olmayacak mı sorusunun cevabını aramaktan çok, kimin yanında saf tutacağımızı belirlemeye çalışıyoruz.
Buradan çıkan sonuç açık:
Türkiye’de tartışmalar bilgi üretmek için değil; kimlik sadakatlerini korumak için yapılıyor.
Gelecek hafta, "epistemolojik sadakat"in ve buna bağlı bulunan kamplaşmanın, algımızı nasıl şekillendirdiği ve gündelik hayattımızı nasıl etkilediğini tartışmaya devam edeceğim.
Buluşmak üzere.