Kürsüdeki lider fonda alkışlarla salona sesleniyordu. O sırada yaşlı bir amca, gazeteyi katlayıp masaya sertçe vurdu:
“Bak evlat, O olmazsa memleket yürür mü? Adam gibi adam işte!”
Yan masada oturan orta yaşlı bir adam, çayını bırakıp başını çevirdi:
“Yürür amca, yürür! Ama bu kafayla değişime kapanıyor bu ülke. Yeni biri çıksa bile hemen yaftalıyorsunuz.”
Amca sesini yükseltti: “Senin gibiler yüzünden ülke bu hâlde!”
Daha bu sahne aklımdan çıkmadan üniversiteden arkadaşım Ulaş’ın (Tol) kaleme aldığı dikkat çekici bir yazıyla karşılaştım. 17 Haziran’da, Birikim Güncel’de yayımlanan “Siyasal Narsisizm ve Yaşlı Siyaset: O Koltuğu Bırakmanın Zorluğu” başlıklı yazısında, Ulaş Türkiye’deki siyasal liderlik tarzlarını mercek altına alıyor, narsistik eğilimlerin izini sürüyordu:
“Liderin kendisini vazgeçilmez görmesi sadece kişisel bir kibir meselesi değil; bu durum aynı zamanda toplumun liderlik talebiyle şekillenen karşılıklı bir ilişki dinamiğidir.”
Bu saptama, Türkiye siyasetinde lider kültünün nasıl inşa edildiğini ve bu kültürün siyasal temsil ile kişisel benlik arasında nasıl eriyip gittiğini anlamak açısından oldukça yol göstericiydi.
Ancak, sormadan edemiyorum:
Acaba sorun liderlerde mi başlıyor, yoksa toplumun kendi narsistik eğilimleri mi bu liderleri üretiyor?
Bir başka deyişle:
Toplumun yoğun sevgisi, eleştiriden arındırılmış yüceltilmesi mi –ya da günümüzün popüler terimiyle lovebombing mi– liderleri narsistleştirip güç zehirlenmesine yol açıyor?
Yoksa liderler, en başından beri kendilerini toplumun yegane temsilcisi olarak tanımlayıp bu narsistik çerçeveyi yukarıdan aşağıya mı yayıyor?
Bu soruya yanıt aramak için siyasal psikoloji kadar klinik psikolojiden de yardım almak gerek. Bu noktada, Şule Öncü’nün Hepimiz Narsistiz kitabı, bireysel narsisizmin toplumsal izdüşümlerini anlamak açısından güçlü ipuçları sağlıyor.
Öncü, Türk toplumu doğrudan narsist olmadığını; daha çok infantil –benim geçen haftaki yazıda juvenil olarak andığım– yani çocuksu özellikler gösterdiğini savunuyor.
İnfantil narsizm; onay arayışı, eleştiriye karşı aşırı hassasiyet, ben-merkezcilik ve gerçekliği bastıran sahte bir özgüvenle biçimleniyor. Öncü’ye göre kişi içsel bütünlük kuramayınca dış onaya sarılır; bu da sahte benlik üretir.
Ve bu çocuksu yapı yalnızca birey düzeyinde değil, kamusal tartışma kültürümüzde de açıkça gözlemlenebiliyor. Özellikle kamplaşmanın yoğun olduğu politik bağlamda, insanlar yalnızca bir görüşü savunmakla kalmıyor, bu görüşü adeta benliklerinin bir parçası hâline getiriyorlar. Dolayısıyla, bu fikir eleştirildiğinde duyulan sarsıntı, bir görüşe değil, doğrudan kişinin varlığına yönelmiş gibi hissediliyor.
Şule Öncü’nün kelimeleriyle:
“Sahte benliğiyle özdeşleşmiş birey, bu benliğe yöneltilen her eleştiriyi kimliğine yapılmış bir saldırı olarak algılar… ve ya içine kapanır ya da şiddetli biçimde karşı saldırıya geçer.”
Bu kırılganlık, benlik bütünlüğü eksikliğinden kaynaklanır. Aynı durum, toplumsal düzeyde de geçerlidir: Türkiye’de tartışmaların birden gerilimli hâle gelmesinin sebebi yalnızca fikir ayrılığı değil; bu fikirlerin bireylerin benliğiyle aşırı özdeşleşmiş olmasıdır. Bu da karşı tarafı değersizleştirme ve hatta yok sayma eğilimini tetikler.
Bu narsistik kırılma ile başa çıkmak için geliştirilen savunma mekanizmalarının başında, iki klasik mantık safsatası yer alır: ad hominem ve strawman.
Ad hominem, tartışılan fikri değil, o fikri dile getiren kişiyi hedef alma stratejisidir. Örneğin:
“Senin zaten o partiden olduğunu biliyoruz.”
Strawman (Korkuluk) ise, karşı tarafın aslında savunmadığı bir fikri ona atfedip, bu karikatürleştirilmiş görüşü çürütme biçimidir. Örneğin:
“Sen şimdi diyorsun ki herkes başıboş yaşasın, kuralsız olsun…”
Bu iki yöntem, sosyal ve siyasal tartışmalarda standartlaşmış durumda. Klasik bir senaryoyu birlikte düşünelim:
Biri çıkıp ekonomi politikalarını eleştiriyor.
Hemen, “Zaten sen şucusun” denir.
Ardından biri, “Senin gibiler yüzünden ülke bu hâlde” diyor.
Sonra tartışma, o kişinin kimliği üzerinden inşa edilmiş hayali bir ‘profil’e saldırıya dönüşüyor.
Bu, saman adama püf deyip gururla geri yaslanma kültürüdür.
Halbuki tartışma hiç başlamamıştır; sadece bir kişi, tehdit altında hissedip refleks göstermiştir.
Tüm bu örüntü, bize yalnızca bireylerin değil, toplumun tamamının narsistik savunma refleksleri geliştirdiğini gösteriyor. Eleştiriyle baş edemeyen bir benlik, karşıt fikri değil, karşı tarafı hedef alarak kendini korumaya çalışıyor. Bu nedenle Türkiye’de tartışmalar fikirler değil, kırılgan, sahte benlikler üzerine kurulu kimlikler ile ilgilidir.
Haftaya, bu savunma reflekslerinin belki de en tehlikelilerinden biri olan narsistik triangulation (narsistik üçgenleme) kavramını ele alacağım; güncel siyasi tartışmalar üzerinden örnekleyerek, bu yapının toplumsal ilişkileri nasıl sabote ettiğini birlikte inceleyeceğiz.