Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels: “Kitleleri kandırmak istiyorsanız, ortaya kocaman bir yalan atın. Bu yalan büyük ve basit olsun. Sonra bu büyük ve basit yalanı sürekli tekrar edin. Sonra bu tekrar edilen büyük yalanı toplum nasıl ‘gerçek’ sanmaya başlıyor, oturup seyredin.”
Bizim CHP’nin çakma Goebbels’i de 100 yıl öncesinin teknikleriyle algı yaratmaya çalışıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi, tarihsel misyonu gereği bu ülkenin en köklü siyasi yapılarından biri. Ancak son dönemde sergilediği refleksler, bu misyonla değil, daha çok panik duygusuyla açıklanabilir. Ortada ciddi ve kuvvetli bir yolsuzluk iddiası var. Savcılık olayı tüm imkânlarıyla araştırıyor. Mahkeme ise –ki Türkiye’de hâlâ bağımsızlığı tartışılan bir alan olduğu malum–, şüphelilerin kaçma ve delil karartma ihtimalini değerlendirerek tutuklama kararı veriyor. Süreç böyle ilerliyor. Yani sistem kendi mantığı içinde işlemeye devam ediyor.
Ancak CHP yönetimi, bu yargı sürecini “büyük bir siyasi kumpas” olarak sunmayı tercih ediyor. “CHP’nin Cumhurbaşkanı adayının önü kesiliyor” iddiası üzerinden yürütülen bu söylem, ne yazık ki meseleyi kişiselleştiriyor ve bir partiyi aklamaya çalışırken aslında adaleti zedeliyor.
İşte tam bu noktada, Joseph Goebbels’in o meşhur propagandacı taktiğini hatırlıyoruz: “Yeterince büyük bir yalanı, yeterince sık söylerseniz, insanlar sonunda ona inanır.” Bugün CHP Genel Başkanı’nın da çevresinde bu yönteme gönül vermiş, sürekli algı yönetimiyle hakikati örten bir ekip olduğu açıkça görülüyor. Gerçeklerle yüzleşmek yerine, kamuoyunu “siyasi mağduriyet” başlığı altında seferber etmeye çalışan bir dil hâkim.
Peki ortada ne var?
Etkin pişmanlıktan faydalanan sanıkların açık ve net beyanları var. “Evet, rüşvet verdim” diyen de, “Evet, rüşvet aldım” diyen de var. Bu açıklamaların ardından kamuoyu, artık CHP’nin meseleye daha ciddiyetle yaklaşmasını bekliyor. Suçluyla empati kurmak değil, suçu açığa çıkartmaya destek olmak gerekiyor. Ama buna rağmen “arkadaşlarımıza güveniyoruz” türünden açıklamalar, hem siyasi olarak hafif hem de adalet duygusunu zedeleyen türden.
Soru şu:
Bir siyasi parti –hele ki adı “Cumhuriyet” olan bir parti–, bağımsız yargı sürecini gölgeleyerek kendi tabanında nasıl bir güven inşa etmeyi planlıyor?
Bakın, bu ülkede “iktidar yargıyı kontrol ediyor” tezi yıllardır muhalefetin en büyük kozu oldu. Ancak yargı süreci başlar başlamaz delilleri görmezden gelmek, itirafları yok saymak, tutuklamaları “siyasi linç” olarak nitelemek, bu pozisyonla açık bir çelişki. Eğer bir ülkede yargıya güvenmeyeceksek, o zaman siyasete de, seçime de, demokrasiye de güvenemeyiz.
CHP yönetimi bugün bir yol ayrımında: Ya şeffaflıkla kendi iç muhasebesini yapacak ya da popülist hamasete sarılıp “mağduriyet siyaseti”ne oynayacak. Şunu unutmamak gerekir: Siyasi manevralar geçici olabilir ama adalet duygusunu bir kez kaybederseniz, onu yerine koymak yıllar alır.
Ve son söz:
Cumhuriyet’i gerçekten savunmak istiyorsak, önce hukukun üstünlüğünü, sonra da ahlaki sorumluluğu savunmak zorundayız. Gerisi, ister istemez, propaganda olur.